Uyanıklık
Geceyle gündüz arasındaki fark gibi, dalgınlık ve uyanıklık arasında bir karşıtlık bulunur. Bazen yalnızca duygu ve düşüncelerimize odaklanarak dış dünyada var olmaya çalıştığımızda bir uyumsuzluk hâli içerisine gireriz: Bu uyumsuzluk olmakta olan olayların zihnimizde o an kurduklarımız ve içinde yaşadığımız duygular ile paralel olmaması durumudur. Bu ikilem içerisinden uzun süre çıkmadığımızda hayatın kendisi ile bir ayrılık durumuna gireriz. Bu ayrılık ki, gerçek dünyadan bizi kopararak fizik dünya ile uyum sağlayamama olasılığımızı arttırır. Bu durumda artık dış gerçeklerden kopmuş ve içinden çıkamadığımız iç dünyamıza ait fikirler ve duygular dünyasında kaybolmuş olabiliriz.
Dalgınlık durumu, sürekli zihnin başka bir yerde olma hâlidir. Başka bir yerde… Başka bir zamanda… Başka işlerde… Başka şekillerde… Başka koşullarda… Elbette ki zihinsel olarak çözülmesi gereken meseleler, yapılması gereken planlar, üzerinde düşünerek derinleşilmesi gereken tecrübeler, yapılması iyi olacak zihinsel hesaplar ve muhasebeler hep vardır; fakat bir kişinin tüm bunları kontrolsüz veya orantısız bir şekilde yapmaya başlaması onu olumsuz bir noktaya doğru taşımaya başlar. Zihin büyük bir güçtür, fakat kontrol edilemediğinde bir düşmana dönüşebilir. Doğu felsefe geleneklerinde insanın zihnine ve duygularına hakim olması gerekliliği konusu sık sık işlenmiştir. Sade, berrak ve uyanık bir zihin bilgeliği doğurur. Böyle bir zihin temiz bir suya benzer. Böyle bir zihin her şeyi net anlar, doğru anlar, doğru değerlendirir. Bu şekilde anda olmak, mekânın; iç ve dış koşulların anlık olarak farkında olmayı beraberinde getirir ve bilgelik yolunda gelişmişliği gösterir. Dalgın, odaklanma sorunu yaşayan dağınık bir zihin ise kaotik bir durumu ve henüz cahil olan bir kişi karakterini sergiler.
Uyanık olmak çok katmanlı bir özelliktir. Her şeyden önce en dış katman: Fiziksel olarak uyanık olmak… Gözün açık olması; aynı zamanda da dış dünyaya karşı dikkatin açık olması… Uyumamak ve hatta uyurgezer de olmamak… Olaylara bakmakla yetinmemek, onları görmek; görmek ve anlamak… İçinde olmak… Hayatta ve anda bir izleyici olarak bulunmak değil, hayat içerisinde tam anlamıyla aktif bir birey hâline gelmek…

Günlük hayatın rutin koşturmasını bir kenara, dikkat ve uyanıklık kavramları, onlara çok ihtiyaç olunan tehlikeli ve acil durumlar ile de birlikte anılır. Acil bir durum olduğunda; yangın, sel, deprem, kaza gibi anlarda bir anlık gösterilen dikkat ve uyanıklık bir kişiyi ya da bir topluluğun kaderinin rotasını değiştirebilir. Savaş ve barış dönemlerinde askerler devamlı olarak gece gündüz gelebilecek olası tehlikelere karşı tetikte kalmak için nöbet tutarlar. Nöbetçiler soğukta ve sıcakta, gecede ve gündüzde bulundukları bölgeyi hiç boş bırakmayacak şekilde devamlı organize olurlar. Böylece ordu ya da topluluk hiçbir zaman bir baskına uğramaz, her zaman uyanık birileri vardır. Fiziksel varlığın idamesi bu şekilde korunmuş olur.
Fiziksel varlığımızın ötesinde hayatımızı doğrudan etkileyen bir zihinsel ve duygusal varlığımız vardır. Hayatta dikkatimizden kaçan noktalar genelde “Bu olay neden oldu ki?” diye sorduğumuz soruların cevabını barındırıyor olabilir. Dikkatsiz bir şekilde zihnimize aldığımız fikirlere, duygularımızı alaşağı eden dış formlara karşı dikkat göstermediğimizde baş başa kalınan durumun en önemli sorumlularından biri belki de aslında yine kendimizizdir. Eski bir Stoacı filozof olan Epiktetos der ki: “Nöbetçiler yanlarına sokulanlara parolayı sorar. Sen de öyle yap, hayaline (aklına) gelen her şeye parolayı sor. Hiç baskına uğramazsın.”
Uyanıklık, olabilecek tehlikelere karşı korunma sağlar; olayları anlama kapasitemizi yükseltir. Varoluşu geliştirir. İhtiyat ve eyleme geçme gibi erdemlerle birlikte işbirliği yaparsa insan daha etkin ve korumacı bir bireye dönüştürür. Örneğin bir doğa yürüyüşüne giderken ilkyardım çantasının alınması “uyanık” bir insanın yapacağı bir eylemdir. Uyanık olan kişi hayatta var olan riskleri ve tehlikeleri önceden görür. Başkasına görünmeyen şey ona “görünür.” Çünkü o uyanıktır, uykuda değil… Bir başkası zihinsel ve duygusal rüyalar görürken o her şeye karşı açıktır. Gerçekçidir ve basiretli olmaya dikkatsiz birine göre daha yakındır.
Duygusal olarak uyanık olmak ise kayıtsızlığın önüne geçer. Kendini kapatan insan içine kapanıklığını olumsuz bir şekilde besledikçe, olaylara ve insanlara karşı kayıtsızlaşır, olumsuz anlamda yalnızlaşır. Bu durum bencilleşmeyi doğurur. Uyanık olan bir kişi, olumsuzlukları görür, kendini onlara kaptırmaz ve onları sona erdirme konusunda irade gösterebilirse problemlerden yakınan değil, problemleri çözen bir kişi modeli olma yolunda ilerler. Uyanıklık erdemini geliştirmeyen kişiler olayları sağlıklı bir şekilde tahlil edemediğinden dolayı ne kadar güçlü olsalar da teknik imkânlara sahip olsalar da durumlara doğru müdahalelerde bulunamayabilirler. Uyanık insan kendine karşı sorumlu olduğu gibi sahip olduğu bu erdem bakımından diğer insanlara ve doğaya karşı da sorumludur. Tıpkı Platon’un mağara alegorisinde aktardığı gibi; mağaradan çıkarak tutsaklığından kurtulan, gerçek ışığı -güneşi- gören kişi uyanmış bir filozoftur ve artık onun ödevi geri dönüp mağarada yapay ışıkları ve gölgeleri gerçek unsurlar sanan diğer insanları uyandırmaktır.
Orkun AVCI